Bir
varmış
bir yokmuş…
Şehir
merkezinin göbeğinde
şaşaalı
hayatından bunalmış
bir yazar varmış.
Hayat öylesine hızlı akıyormuş
ki, yaşadığı
yer adeta yeryüzünde bir cehennemmiş. Yani ona göre öyle.
Sevdiğimiz
şeyler
azaldığında
ya da yok olduğunda
hepimiz benzer hissetmiyor muyuz? Hayat anlamsızlaşıyor.
Kimse bizi anlamıyormuş
gibi geliyor. Yapmakta olduğumuz
şeyler
yarım kalıyor. Yarım. Yarı. Yar. Ya. Y. Yarım’ın Y’si. Yokun Y’si. Yok. Bazen
çok kritik bu “Yok”. Yarım bıraktığımız şeyin
ne olduğuna
bakar. Misal, frambuazlı bir pasta, başlangıçta çok zevkli gelen bir film gibi
önemsiz şeyler
ya da daha ciddi şeyler,
evlilik, kariyer, ya da mesela bir hikaye. Size bağımlı,
siz olmadan akmayacak.
Bir
varmış
bir yokmuşun
içinde bir hikaye. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir hikaye ve bu
hikayede hayat bulan iki sevgili. Aşkları kolay olmamıştı.
Yıllar sonra kavuşmuşlardı
birbirlerine. Aşk
büyük bir çaba gerektirir klişelerini
zaten biliyorsunuz. Silgi! Bunlardan bahsetmeyeceğim.
Yani işte
klasik sonlardaki gibi gökten üç elma düşerken
biri size, biri bana, biri de yazara, bizim yazar cehennemine merhaba demiş.
Gitmiyormuş
eli kağıda.
Gökten üç elma düşmüş
diyemiyormuş.
İş
başa
düşmüş.
Bizim sevgililer bakmış
ki zaman durmuş,
gittikçe hissizleşiyorlar
kendi mistik dünyalarında. Ki bu dünya yazarın yaşadığı
şehir
merkezinden çook çok uzaklarda, belki de başka
boyutlardaymış.
Burada hissizleşmek
saçmaymış
çünkü aşk
varmış.
Birilerinin bu duruma bir dur demesi gerekliymiş.
Yazarı içinden çıkılmaz ruh halinden uyandırmak belki. Kız oğlana
veda etmiş.
Hikayeden çıkıp yazara ulaşmayı
denemek için türlü şey
denemiş.
Sonunda evlerinin önündeki kuyudan atlayıp şehrin
merkezine düşmüş.
Kaos!
Yıkım! Böyle şeylere
o kadar yabancıymış
ki. Neyse ki çok uzakta değilmiş.
Yazarın evine gelmiş.
Kapıyı çalmış.
Yazar bu beklenmedik zil sesine şaşırmış.
Hiç arkadaşı
olmayan birinden ne bekliyorsunuz? Tek dostu kitapları, dergileri,
gazeteleriymiş.
Pek farklı biri de değilmiş
merhaba diyen. İnsanları
kapıda bekletmek huyu değilmiş.
Üstelik kız ona epey tanıdık gelmiş. Nereden geldiğini
anlatınca aydınlanmış
ve pek şaşırmış
bizim yazar ama pek de oralı olmamış. Hikayesi yarım kalan karakterler gibi
bitkin ve isteksizmiş.
Kıza yarım kalan frambuazlı pastadan ikram etmiş.
Sonra film izlemişler
birlikte, yazarın yarım bıraktığı
önceden. Geçmişte
yaptığı
hatalı evlilikten bahsetmiş
yazar kıza. Yarım kalan hayallerinden, hayatından…Yazar olmadan önce vazgeçtiği
mühendislik kariyerinden… Ne çok şey var yarım kalan. Elde kalanları
birleştirsek
bir tam eder mi? En azından biri tamamlansa ne güzel olurdu. Ama enerji yok,
gerekli ilham eksik.
Yazar
banyodayken, kız gizlice, hikayenin yazıldığı
kağıtları
önüne açmış.
Sonunda yazana bakmış.
Gökten üç elma düş…
Tam “müş”
yazacakken kızın aklına neden bu hikayeyi değiştirmediği
gelivermiş.
Farklı bir sonu olabilir. Ayrıca sonsuz olmak önemlidir. Karakterler neden sonsuz
olmasınmış?
Sonsuza kadar mutlu yaşadılar
mı yazsınmış?
Yoksa en ince detaylara kadar inse miymiş?
İşte
böyle düşünürken
sevgilisi aklına gelmiş.
Başka
diyarlar görmeyi ne kadar çok istemişlerdi birlikte. O anda yarım kalmayacak
bir dünya turuna çıkarmak istemiş kendisini ve sevgilisini. Mistik bir
Uzakdoğu
gezisi mesela… Yazarken farketmiş ki kendisi hakkında bir kelime bile
yazamıyor, çünkü yok, çünkü yarım. Diğer yarım, o gidebilir diye düşünmüş
kız. Yollamış
sevgilisini uzak diyarlara, iki haftalık bir tatilcik. Geri dönermiş
nasıl olsa.
Uyuyakalmıştı
kız, yazar duştan
çıkıp geri döndüğünde.
Ve kafası düştüğünde
kağıda,
girivermişti
kendi hikayesine yeniden. Yazar boşverdi. Boşverişini
bile yarıda kesti. Yatağına
uzandı. Uyukluyordu. Yarım rüyalar görmeye başlamıştı.
Kız,
dünyasında yapayalnızdı. Sevgilisi dönmüyordu tatilden bir türlü. Ama ne üzüntü
hissedebiliyordu ne de bir şey
geliyordu elinden. Çünkü hikaye devam etmiyordu, yarımdı. Sevgilisi gezmekten
keyif alıyordu ama bir şeyler eksikti.
Kızın o tatlı gülümsemeleri, ilginç şeyler keşfettiğindeki heyecanı
yoktu. Ve o olmadığında her şey bomboş, her şey sıkıcı, her şey yarımdı. Atladı suyun içine, o anda yazarın evinin
küvetinde beliriverdi. Az kalsın boğuluyordu. Sonra
farketti ki suyu tam boşaltmamıştı yazar. Su bile yarımdı. Küvetin yarısı doluydu. Belki
de yarısı boş. Oğlanın kalbi gibi.
Dolu ama boş. Sevgili olmadıktan sonra, bomboş. Geri getirmeliydi onu ya da kendisi dönmeliydi o sıkıcı
tatilden. Salona koştu. Sabaha karşı beş. Sessizce doğmaya hazırlanan güneş. O tamdı. Yarım
güneş olur mu hiç? Kağıtları aradı.
Neredeydi bu hikaye? O da ne. Pencere. Açık. Yarım değil tam açık. Sonra rüzgar. Son sayfayı alıp götüren
rüzgar. Üç elmayı uçurabilecek güçteki sonsuz tatilin rüzgarı. Ayrılıkların...
Yarımların...